Modern zamanların insanına, hayatına yön verip geleceğini inşa ederken ve kendi gerçekleri ile yüzleşirken hayatın en temel evrensel bir yasasını hatırlatmak gerek.
Yaşam yolculuğunun soyut
somut süreçlerini yönetirken, hayatın önemli virajlarında seçimler yapıp
kararlar alırken ölçün ne olacak;
Niteliği mi seçecek,
niceliği mi?
Kaliteyi mi
önemseyecek, kantiteyi mi?
Çoğun ezici gücünü
mü, az olanın yüksek kalitesini mi?
Kütleyi mi, öz olanı
mı seçeceksin?
Seçimlerini neye göre
yapıp önündeki hayat yolunu neye göre yürüyeceksin?
Çok olmayı hak
sayan, hayatı biz çoğunluğuz, öyleyse biz haklıyız sığlığına mı indirgeyeceksin?
Tüm zamanların
gerçeğini hatırlayalım, hatırlatalım;
Güç bizde ise yetki
de karar da bizde diyen bir adalet anlayışı ile hükmedilen bir çağda doğruları
söylemek, gerçeği ortaya koymak insan olmanın ve insan kalabilmenin en önemli
görevidir.
Niceliği yani
çokluğu önceleyen akla sorulmalı, niye sen haklısın?
Hak, güç müdür? Hak,
kuvvet midir? Hak, servet midir? Hak, sayı mıdır? Hak, rakam mıdır? Hak,
büyüklük müdür? Hak, en midir?
Eğer hak çok olsaydı
Allah çok olurdu, oysa O’nun isimleri el- Vahid, el- Ehad. Yani bir’dir ve tek’tir,.
Mesela el- Hak’tır
onun başka bir ismi.
El- Hak. Yani Allah
çok değil, çok-ta da değil…
İnsanoğlu nedense her
şeyde çoğa takıntılı, sayısal çokluk düşkünü, niceliğin egemenliğine tapıyor.
İlgileri, alakaları,
sevgileri, tutkuları hep daha, daha fazla, daha çok üstünedir.
Her şeyde çoğa
takıntılı. Daha çok olsun.
Ne yapacaksın daha
çoğu? Kalabalık olsun. Ne yapacaksın daha kalabalığı?
Mesele aslında bildiğimiz
anlamda miktarsal olan “Çok-Az” kavramları ile alakalı değil,
Ne ile alakalı? Çokluğa
olan tutku ile alakalı.
Bazen, insanın elinde
çok olur, gönlünde yok olur. Zaten orada çokluğa prim vermemiş ki gönlünde de yok.
Bazen insanın elinde
hiç olur, ama gönlünde bir de baksanız çokluk diye bir put olur, ona tapar, çokluğa
tapan bir yokluktur yaşadığı…
Bazen de tersi olur.
Altın suyunun içine atsanız bir zerresi bir damlası bile üstüne bulaşmaz, verirken
öyle verir ki, öyle paylaşır ki azdır ama vardır…
Halbuki onu kınayan,
onun elindekini kıskanan, ona laf söyleyenlerin eline ondakinin kırkta birini
ver;
İdris’ken İblis’e
dönüşür, Harun’ken Karun’a dönüşür, Hızır’ken Hınzır’a dönüşür, hemen
değişiverir.
Onun için mesele “çokluk-azlık”
meselesi değil, “çokluğa tutku” ile alakalıdır.
Kur’an tüm zamanlara
bu insan tipolojisini örnek göstererek bizi uyarır;
“Onların çoğu
gerçeği örtendir.”
“Şirk koşandır.”
“Doğrudan sapandır.”
“Farkındalık sahibi
değildir.”
“Güvenilir
değildir.”
“Zanna uyar.”
“Yalancıdır.”
“Nankördür.”
“Güvenmez.”
“Haktan hoşlanmaz.”
“Kafası çalışmaz,
aklını kullanmaz.”
“Rezzak olanın Allah
olduğunu bilmez.”
“Hesap vereceğine
inanmaz.”
“Varlığın Allah’ın
ayetleri olduğuna iman etmez.”
“Allah’a ortak
koşmadan iman etmez.”
Yani Kur’an’da
çokluk daima yerilmiş.
“Eğer sen onların
çoğuna uyacak olsaydın, seni yoldan çıkarırlardı”
“Onların çoğundan
yüz çevir, zira o çoğunluk hakikate kulak vermiyor” der ayetler...
Neden “insanların
çoğu” mahkûm edilir?
Eşyanın tabiatı
gereği kalite azdır, bir yaşam ilkesidir aslında...
Kalite az’dır ve az olandadır.
Kitle, kütle, sürü
olmak; birey, şahsiyet ve insan olmaya tercih edilmemeli.
Güdü, klan, sürü…
Sürü güdüsü, sürü
psikolojisi ile hareket etmek insana yakışmaz…
Neden böyle? Çünkü
mantık şöyle işliyor. ‘’ Sürünün içinde ol, güvende kalırsın, güvende olursun. ‘’
Sürüye ait olan emek vermez, bedel ödemez, risk almaz, kalabalığı kendisi için güvenli
bulur. Bilgi, bilinç, akıl ve irade yerine; cehalet, kütle çekim gücünü, körü
körüne itaati yani sürüye ait olmayı, niceliği niteliğe tercih eder
Oysa Kur’an’dan
kaliteye/niteliğe övgü vardır;
Tâlût ve Câlût
kıssası mesela… Bakara Suresi 249. Ayet;
“Nice az ama
kaliteli topluluk, nice kalitesiz ama sayıca çok topluluğa galip gelir.”
Tarih buna çok şahit
olmuştur. Tarihi yapan, tarihin motoru olanlar; yığınlar kütleler değil. Risk
alan, emek veren bedel ödeyen kaliteli az ama öz insanlardır...
Başka örnekler de verebiliriz,
mesela;
Filleri yenen
ebabiller,
Ne söyleniyordu
bize? “Görmedin mi, rabbin fil ordusuna
ne yaptı?”
Son ayeti ise; “Onları
yenilmiş kurtların yediği ekin yaprakları gibi -yani gazele- döndürmüş, bitirmiş…
helak etmiş…
Fil Suresi; zalimin
ve mazlumun kimliğine, dinine, milliyetine bakmaksızın; kim zalim, kim mazlum ise
oradan yola çıkarak bir zihniyet geliştirmemizi ister bizden...
Yani filler büyük;
ebabiller küçük, ama gerçek olan şu ki; küçük de olsa mazlum olan, zalime her
zaman ezici olarak üstün gelir.
Tarihteki tüm
firavunlar, firavun karakterliler çokluk tutkusunun esiridirler.
En’ler her zaman ve
hala en büyük hastalığımız, vazgeçemediğimiz cinnetimiz;
En büyük bina, en
büyük araba, en büyük kulüp, en büyük parti, en büyük lider, en büyük millet,
en büyük ırk…
En en en, say gitsin...
Az’a, öz’e,
kaliteye, niteliğe talip oldukça düzeleceğiz, iyileşeceğiz...
İnsan olmanın, insan
kalabilmenin daha makul, daha gerçekçi yol yok...
Yolunu öğrenene
yol’u açık olsun...
Akıcı ve çok güzel bir anlatım olmuş. Yazana ve yazdırana teşekkürler:)
YanıtlaSilUmarım yolunu öğrneip o yolda kalabilenlerden olabiliriz
YanıtlaSilNe güzel bir yazı. Kalite miktarla olmuyor. Ama insan hep miktara oynuyor. Hoş gözüken lerle kıyas yapıp, miktarını arttırmaya çalışıyor. Maalesef elindeki kalite den de oluyor. Elinize sağlık...
YanıtlaSilHayata somut pencereden bakınca sayıları fazla olanı güçlü görüyoruz. Asıl kıymetli olanı gözden kaçırıyoruz
YanıtlaSilÇok güzel bir anlatım. Yaratılan çok, yaratan tek. mutlak tek.
YanıtlaSilYolumuz açık olsun..
YanıtlaSil