ATALARIN GÖLGESİNDE YAŞAMAK

İnsan, geçmişiyle yaşayan bir varlıktır. Köklerinden gelen değerleri, alışkanlıkları, düşünce kalıplarını sorgulamadan kabul etmeye meyillidir. Bu nedenle bir bireyin yaşam biçimi, çoğu zaman onun kendi tercihlerinden çok, ait olduğu geleneğin ve ailenin yansımalarıyla şekillenir.


Peygamberimiz, Mekke halkına İslam’ı tebliğ ettiğinde yaşanan direnç, bu psikolojik gerçeğin en çarpıcı örneklerinden biridir. Mekkeliler, onun dürüstlüğüne inanıyor, onu “el-Emin” olarak tanıyorlardı. Ancak getirdiği mesajı kabullenemediler. Neden mi? Çünkü bu mesaj, onları atalarının dininden, alışkanlıklarından vazgeçmeye, irdelemeye, düşünmeye, dönüşmeye çağırıyordu. Değişime değil, dönüşüme çağırıyordu. Çünkü değişim, herhangi bir hedef olmaksızın farklılaşma iken, dönüşüm, bir niyet, bir hedef doğrultusunda farklılaşma idi. İşte asıl mesele buydu. Doğruyu görmekten değil, alıştıkları yanlışlardan vazgeçmekten korktular. Çünkü insan için en zoru, bildiği dünyayı sorgulamak, alışkanlıklarını terk etmektir.

Bu direnç sadece Mekke sokaklarında yaşanmadı. Zamanla şekil değiştirse de özü hiç değişmedi. Aynı yaklaşım, Müslüman toplumların içinde de devam etti, Hristiyanlar arasında da, inanmayanlar arasında da... İnsan hep bir şekilde atalarının izini sürmeye devam etti. Bugün bile bir çocuğun babasının tuttuğu futbol takımını tutması, ailesinin oy verdiği siyasi partiyi desteklemesi ya da anne-babasının dini anlayışını benimsemesi çok yaygın bir durum. Görünüşte tercih gibi duran pek çok davranış, aslında farkına bile varılmadan devralınmış alışkanlıkların sonucudur.

Bu durum, sadece inanç ya da aidiyetle sınırlı değil. Davranış kalıplarımızda da atalarımızın izleri açıkça görülür. Örneğin bir kız çocuğu, annesinden titizlik ve mükemmeliyetçilik gördüyse, büyüdüğünde aynı davranış biçimini benimseyebilir. Tıpkı annesi gibi misafir için saatlerce temizlik yapan, çocuklarının oyunla dağıttığı bir odaya tahammül edemeyen bir anne haline gelir. Aynı şekilde, annesinden yemek yapma konusunda övgüler almışsa, bu özelliğini bir kimlik haline getirir ve belki farkında olmadan bununla övünmeye başlar. Ya da tam tersine, annesi dağınık ve umursamazsa, kız da aynı rahatlıkla büyür.

Benzer bir durum erkek çocuklar için de geçerlidir. Sinirli ve kızgın bir babayla büyüyen bir erkek çocuğu, yetişkin olduğunda bu modeli tekrar edebilir. Belki kendine bile itiraf edemez ama bir gün çocuğunu azarlar halde bulur kendini. İşin ilginç tarafı şu ki, bu döngüler genellikle fark edilmeden nesilden nesile aktarılır. Ne o anne fark eder annesini taklit ettiğini, ne de o baba babasının izinden gittiğini...

İşte bu noktada devreye en kıymetli insani çaba girer: fark etmek, adaletli algılamak…
Kendini gözlemlemek, geçmişini anlamak ve "Ben ne yapıyorum?" diye sormak...
Bir annenin, "Çocuklarım oyuncağını yere attığında neden bu kadar geriliyorum?" diye düşünmesi; bir babanın, "Benim çocuğum beni neden bu kadar korkarak izliyor?" diye sorması...

Kendini bilmek, insanın en zor ama en gerekli yolculuğudur. Çünkü bu yolculuk, zincirleri kırma yolculuğudur. Annesinin aşırı mükemmeliyetçiliğini taşıyan kadın, bir gün çocuklarının oyun oynarken evi dağıttığını gördüğünde onlara bağırmak yerine "Hadi birlikte toplayalım" diyorsa, işte orada bir zincir kırılmıştır. Babasından azarı miras alan bir adam, çocuklarına sevgiyle ve anlayışla yaklaşıyorsa, kendi geçmişini sorgulamış ve dönüşüme geçmiş demektir.

Bu kolay değildir. Çünkü bazen alışkanlıklarımız sadece öğrenilmiş değil, adeta genetik bir miras gibi içimize işlemiştir. Ancak bu miras mutlak bir kader değildir. İnsan düşünebildiği sürece, kendini dönüştürebilir. İşte gerçek özgürlük burada başlar: Ataların izini silmek değil, o izi anlayıp bilinçle yeni bir yol çizebilmek.

Yorum Gönder

Daha yeni Daha eski